ADALAR DİYARI; ENDONEZYA
Yine
düştük yollara... Bu kez çok uzaklara... Uzakdoğu’nun da doğusuna Güneydoğu
Asya’ya uzanıyoruz. Bin bir türlü zorlukla mücadele ederek vardığımız nokta,
250 milyonluk nüfusuyla dünyanın en büyük müslüman ülkesi olan Endonezya. Daha
çok tsunami, deprem ve yanardağ patlaması gibi felaketlerle adını duyduğumuz bu
bölge, 17508 adasıyla aynı zamanda dünyanın en fazla adaya sahip ülkesi. Resmi
dil Endonezyaca olmasına rağmen, 250’yi aşkın yerel lehçe bu adalar diyarının
zengin ve kültürel geçmişini gözler önüne sermekte. Resmi para birimi Endonezya
rupisi ve 12000 rupi 1 dolara karşılık geliyor.
SUMATRA
/ Padang/ Bukittingi
Malezya’nın
başkenti Kuala Lumpur’dan kalkan uçağımız büyük bir felaket yaşayan Aceh
kentinin de bulunduğu Sumatra adasındaki Padang şehrine iniyor. İsmini daha çok
belgesellerde duyduğumuz bu ada Amazon’dan sonra dünyanın en büyük yağmur
ormanlarına sahip. Aynı zamanda aktif volkan oranıyla dünya birincisi. Büyük
şehirlerden ziyade küçük kentleri seven bizler için hedef, aktif bir volkan
olan Marapi yanardağının gölgesine kurulmuş Bukittingi. Havalimanı servisi ile
önce şehir girişine geliyoruz. Burası Malezya şehirlerinden oldukça farklı.
Fakirlik her yerde göze çarpmakta. Hurda niyetine bile almayacağınız bir
otobüse atlayarak derme çatma evlerin arasından, kaldırımsız dar yollarda şehir
merkezine doğru ilerliyoruz. Otobüslerin çoğunda sigara serbes. Şiddetli bir
yağmur eşliğinde ve İstanbul trafiğini aratır mahiyette bir araç deryasında
ağır ağır ilerlerken, iki üç katlı binaların çatılarından muhteşem dağ
manzaraları ilişiyor gözümüze.
Saatler sonra vardığımız şehir merkezinde
internetten tanıştığımız Daniel ile buluştuk. Kendisi İngilizce öğretmeni ve
küçük bir köyde yaşamakta. İlkindi namazını kılarak yemek işine geçiyoruz.
Daniel bizi geleneksel bir restorana götürüyor. Restoran dediğime bakmayın.
Daha çok yöre insanına hizmet eden ahşap küçük bir yapıdan söz ediyoruz. Her
masanın üzerinde garsonu çağırmak için kullanılan uzun, tahtadan davul benzeri
bir alet ve yanında tokmağı var. Masa üzerinde su dolu bir kap müşterilerin el
yıkamasına hizmet ediyor. Çatal, bıçak, kaşık yerine sünnete uygun şekilde
parmaklar iş başında. Endonezya mutfağı et, prinç ve deniz mahsullerinden
oluşuyor. Yüze yakın baharat kullanılan bu yemeklerin vazgeçilmez katkı maddesi
soya. Soya yağı her yemekte mevcut. Aynı zamanda et ürünleri de dahil tüm
yemeklerde şekerli bir aroma var. Buna bir de acı eklenince damak tadımıza
tamamen yabancı bir tadım çıkıyor karşımıza. Oturduğumuz masaya biz sipariş
etmesek de bir sürü yiyecek geliyor. Bunlardan yediğiniz kadarını ödüyorsunuz.
Hamur işi ağırlıklı bu ilk öğünümüzde en fazla bizi şaşırtan, Sumatra adasına
has yumurtalı kahve oluyor. Tadı fena değil.
Daniel’in
evine geçtiğimizde kalabalık ev ahalisi karşılıyor bizi. Misafire bakış
bizdekinden oldukça farklı. Hemen ailenin bir üyesi oluyorsunuz. Kısa bir
sohbet sonunda, sonraki gün için dinlenmek üzere salonda bulduğumuz bir köşeye
kıvrılıyoruz.
Sabah
Manijau gölü için yoldayız. Devasa bir kraterin suyla dolmasıyla oluşan bu
güzel göle küçük bir minibüse binerek, önce
uzun bir tırmanış ardından da inanılmaz virajlı bir iniş ile, korkulu
anlar yaşayarak varıyoruz. Ehliyetimiz ve deneyimimiz olmadığı için motor
kiralamaktan çekindiğimizden yürüyerek göl etrafındaki küçük köyleri geziyoruz.
Sumatraya has geleneksel evleri şaşkınlıkla fotoğraflıyoruz. Bu evlerin
özellikle çatı tasarımları çok ilginç. Israrla fotoğraf isteyen öğrencileri
kırmıyor ve onlarla da fotoğraf çektiriyoruz. Yerel halk oldukça sıcak.
Elimizden geldiğince onlarla anlaşmaya çalışırken, ortak dil eksikliğinin sıcak
ilişkiler kurmak için çok da bahane olamayacağını yeniden farkediyoruz. İlk
öğrendiğimiz kelime tabii ki teşekkürler yani “Trimakaasii”. Dönüşü otostopla
yapmaya karar veriyoruz. İlk bindiğimiz araç gayet rahat; bizi tepeye kadar
çıkartıyor. İkincisinde Endonezya’da halkın da arabalarını taksi gibi
kullanabildiğini anlamış oluyoruz. Şehre vardığımızda ücretini takdim ediyoruz.
Sonraki
gün amacımız Marapi dağına çıkmak. Ancak hava muhalefeti nedeniyle iptal
ediyoruz. Akşamüstü yine internetten tanıştığımız Aissy adındaki gönüllü
rehberimizle buluşuyoruz. Aissy Endonezya hakkında çok faydalı bilgiler veriyor
bize. Denememizi tavsiye ettiği yemekleri yerken, İslam ve sosyal hayat ilişkisi üzerine derin
bir münazaraya girişiyoruz. Aissy’nin de motorsiklet kullandığını gördüğümüzde
bize de öğretmesini rica ediyoruz. O da bizi kırmıyor ve yarın görüşmek üzere ayrılıyoruz.
3. günümüzde bir kaç saatlik alıştırma ve eğitimden
sonra motorsikletin her türlüsünü kullanacak öz güvene sahibiz. O gün yeşil bir vadiyi gezerek günümüzü
tamamlıyoruz.
JAWA / Jakarta
Padang’dan güzel dostluklar ve anılarla ayrılarak Endonezya’nın en kalabalık adasına geliyoruz. Jawa’nın nüfusu yaklaşık 150 milyon. Jakarta hem bu bölgenin hem de ülkenin başkenti. Buradaki ev sahibimiz kendisi bir mühendis olan Juggi. Bu kalabalık ada şehri ziyaretçiler için bir kaç müze ve meydandan daha fazlasını vaadetmiyor. Sumatradaki doğallık ve geleneklerin yerini burada klasik büyük şehir manzaraları almış. Çarpık ve dağınık bir düzen hakim şehre. Hindistan şehirlerini andıran ara sokaklar pislikten geçilmiyor maalesef. Bir müslüman başkentine hiç yakıştıramadık. Dünyanın en büyük camilerinden biri olan İstiklal camiini ziyaret ediyoruz. Camiden çok, bir katlı otoparkı andıran bu caminin estetikten yoksun mimarisini beğenmedik. Hemen karşısındaki kilise görece küçüklüğüne rağmen çok daha ihtişamlı. Ulusal bağımsızlığı simgeleyen anıttan sonra girdiğimiz ulusal müze Jakarta’ya geldiğimize az da olsa değdi düşüncesini veriyor. Özellike ülkenin etnik, kültürel ve demografik yapısı hakkında paha biçilmez bilgiler ediniyoruz bu müzede.
JAWA / Semarang / jepara
Jakarta’nın boğucu, kasvetli dünyasından daha nezih,
düzenli ve dinlendirici bir şehre varıyoruz. Burası Semarang; ahşap işçiliği
ile adını dünyaya duyurmuş bir kent. Aynı zamanda tropik cennet diye tabir
edilen adalara ulaşım da bu şehirden. Vaktimizin kısıtlı olması bu şehre
gerekenden az vakit ayırmamıza neden oluyor ve 2 saatlik kısa bir yolculukla,
sabahın erken saatlerinde, küçük bir kıyı kenti olan Jepara’ya hareket
ediyoruz. Amacımız Karimunjawa adalarına gitmek ancak feribot seferi bugün
yokmuş dolayısiyle jepara’da kalmak zorundayız. Böyle bir planımız olmadığı
için kente tamamen yabancıyız. Biraz keşfe çıkıyoruz. Limanın yanında kocaman
bir panayır kurulmuş. Hediyelik eşya satan onlarca küçük dükkan omuz omuza
uzanmış ve yolun sonunda büyük bir kaplumbağa heykeli.
Yanına yaklaştığımızda bunun aslında özel bir balık müzesi olduğunu farkediyoruz. Uzaydan bile görülebilen bu devasa yapının neden bu küçük kente yapıldığını anlayamadık. Muhtemelen gözü kara bir girişimcinin işi. Kişi başı 3.5 dolara bir gece konaklayacağımız bir otel bulduktan sonra tekrar kendimizi dışarı atıyoruz. Sumatra’da öğrendiğimiz motorsiklet işini burada pratiğe dökme vakti. Hemen yanımızdaki otelden 50,000 rupiye yani 5 dolara vitessiz bir motor kiralayarak şehri turlamaya başlıyoruz. Şehir çok sakin ve düzenli. Ara sokaklara varana kadar gitmedik yer bırakmıyoruz. Sumatra’da adını duyduğumuz ama bir türlü bulamadığımız “Turkish kebab” ı burada da arayıp buluyoruz. Türkiye’den bu kadar uzakta hem de seyyar bir şekilde bu lezzete ulaşabilmek hayret verici. Yerel halkın oldukça sevdiğini duyduğumuz bu yiyecek aslında bildiğimiz et döner. Lezzeti pek iyi olmasa da bize Türkiye’yi hatırlatması kafi geliyor.
Yer yer trafiğin yoğunlaştığı bu şehirde bir de ufak
kaza geçiriyoruz. Çok şükür ne bizde ne de motorda bir hasar yok. Biraz daha
ara sokaklara girdiğimizde bir düğüne denk geliyoruz. Önce çekingen tavırlarla
uzaktan fotoğraf çekiyoruz. Bizi gören düğün sahipleri ve misafirler hemen
düğüne davet ediyor bizi. Birden etkinliğin baş kahramanları oluveriyoruz.
Sahnede gelin rangarenk yöresel kıyafetler içerisinde. Fotoğraf ricamızı
kırmıyor ve hep beraber onlarca fotoğraf çektiriyoruz. Kalabalık etrafımızı
sarmış sırayla fotoğraf istiyor. Biraz daha kalsak bizi de evlendirecekler. Zar
zor aralarından sıyrılarak motorumuza atlıyor ve herkese el sallayarak oradan
uzaklaşıyoruz. Plansız bir şekilde bir günümüzü ayırdığımız bu şehir gayet
tatmin ediyor bizi.
JAWA / Karimunjawa Adaları
Bu kadar fazla adanın bulunduğu bir ülkede tropik
adaları ziyaret etmemek olmaz diyerek kıyıdan oldukça uzakta yer alan
Karimujawa adalarına gidiyoruz.
Sabahın ilk saatlerinde otelden çıkıyor ve uzun bilet kuyruğuna geçiyoruz. Ortam mahşer yeri misali inanılmaz kalabalık. Bir saat süren bu stresli beklemeden sonra biletimizi alıyor ve başlıyoruz koşmaya. Feribotun kalkmasına dakikalar var. İçerisine araç da alan üç katlı feribotun ön kapakları kapanırken biz de hemen tırmanıyoruz. Feribot bir yolcu gemisinden çok mülteci kaçakçılığı yapan bir vapuru andırıyor. Merdivenler dahil her yerde insanlar yatmakta. İnsanlara basmamak için bir hayli uğraşmak gerek. Can simitlerinin bulunduğu bir kabinin üzerinde yer buluyoruz ve 5 saatlik uzun yolculuğumuz başlıyor. Devasa dalgalar koca feribotu bir aşağı bir yukarı sallarken biz de en üst kata çıkıyoruz. Burada da manzara aynı, zemin insan halısıyla kaplanmış.
Bu uzun yolculuk bittiğinde cennet misal adalara
varıyoruz. Rengarenk kayıkların sıralandığı, palmiyelerin uzandığı uzun sahil
şeridine ayak bastığımızda bu adanın bize çok şey vereceğini tahmin ediyoruz.
Kısa bir arayıştan sonra kişi başı 6 dolara bir otel buluyoruz. Otelimizde
bulunan üniversiteli bir gruba katılıyor ve Said adındaki komik arkadaş
eşliğinde 2 günlük bir program yapıyoruz. İlk gün adayı, 2. Gün ise çevre
adaları ve su altı dünyasını keşfedeceğiz. Küçük bir köye tırmanarak takım
adaları zirveden temaşa şansı elde ediyoruz. Rehberimiz ve grubumuz mükemmel.
Bin bir türlü yöresel lezeti tadarak geçirdiğimiz günün ardından otelimize
geçiyoruz
2. gün sabah erkenden kalkarak can yeleklerimiz ve
snorkel ekipmanlarımızla botumuza biniyoruz. İlk iki durakta rengarenk
balıklarla yüzüyoruz. Deniz zemini birbirinden güzel mercan resifleriyle kaplı.
Sonrasında uğradığımız ada tam bir kartpostal. Ada o kadar küçük ki yürüyerek yirmi
dakikada tamamını gezmek mümkün. Ada çevresinde deniz o kadar sığ ki, yüzlerce
metre gittiğnizde bir su dizinize kadar gelmiyor. Bu muhteşem adada üç dört
balık çeşidi ve pilavdan oluşan öğle yemeğimizi yiyoruz. Namazları da kıldıktan
sonra bu güzel adaya veda ederek buna benzer bir kaç ada daha ziyaret ediyoruz.
Son durağımız ise köpekbalığı çiftliği. Havuzlarda tutulan köpekbalıklarının
yanına dalıyoruz. Önce biraz korkuyoruz tabii. Ama zararsız olduklarını
anladığımızda problem kalmıyor.
Son günümüzde dönüş için daha hızlı bir bot tercih
ediyor ve güzel dostlarımıza elveda diyoruz.
JAWA / Jogjagarta
Sonraki durağımız olan Jogjakarta, Endonezya’da hala krallıkla yönetilen tek yer. Hinduizmin ve Budizmin etkisinin her yerde hissedildiği bu şehir tarihi sarayları ve binlerce yıllık tapınaklarıyla meşhur. At arabaları Marloboro adındaki ana caddenin sağını solunu işgal etmiş. Merkezdeki neredeyse tüm ara sokaklar butik otellerle dolu. Zamanımız yine kısıtlı ve görülecek çok yer var bu şehirde. Bir kısmını kendimiz geziyoruz elimizde harita ve kitapla.
Çevre bölgeler için bir firmadan küçük tur
paketleri alıyoruz. Sonraki gün Borobudur’u ziyaret ediyoruz. Piramit
şeklindeki bu yapı, üzerinde yer alan yüzlerce heykel ve çan ile dünyanın en
büyük budist tapınaklarından bir tanesi. Son günümüzde bu defa bir Hindu
tapınağı olan Prambanan’ı ziyaret ediyoruz. Girişte görevliler bize geleneksel
peştemallerden giydiriyor. UNESCO Dünya mirasında olan bu kompleks oldukça
büyük. Saatler süren fotoğraf ve gezi seansından sonra güneş batarken bölgece
meşhur bir aşk hikayesini analatan Ramayana gösterisini izlemek üzere açık hava
anfi tiyatroya geçiyoruz. Onlarca dansçı ve canlı müzikten oluşan bu gösteri
verdiğimiz 9 doların her kuruşuna değiyor. Kostümler, makyajlar, anlatım,
müzikler her şey kusursuz. Arka fonda ışıklandırılmış Prambanan tapınağının
devasa kuleleri önümüzde muhteşem 2 saatlik dolu dolu bir gösteriyle gecemizi
sonlandırıyoruz.
Son günümüzde şehri turlarken Kopi Luwak adında ilginç bir kahveyle
karşılaşıyoruz. Dünyanın en pahalı kahvesi olan bu içecek, genelde kahve çekirdekleriyle
beslenen, “civet” adında yöresel bir hayvanın dışkısından yapılıyor. Evet
yanlış duymadınız bildiğimiz dışkı. Fincanı yaklaşık 25 dolar olan bu içeceği
denemedik tabii. Ama ikram edilen hammaddeyi attık ağzımıza tadı bildiğimiz
kahve gibi. Bu şehir aynı zamanda çok tanıdık bir sanata ev sahipliği yapmakta.
Kuklacılık ve gölge oyunu çok önemli bu bölgede. Açıkçası etraftaki atölyeleri
gördüğümde bizim Hacivat – Karagöz sanatı gözümde kayboldu gitti.
BALİ / LOMBOK / Gili
Adaları
Fazla turistik yerleri sevmediğimizden Bali’yi es
geçerek daha sakin yerlere uzanıyoruz. Gili adaları inanılmaz mercan
resifleriye ziyaretçilerine deniz altı cennetini sunuyor. 3 adacıktan oluşan bu
bölgede ortanca adayı tercih ediyoruz. Yarım saatlik kısa bir botla vardığımız
bu sakin adanın sahilinde biraz dolaşıyoruz. Çıplak ayakla gezmek mümkün değil,
çünkü her yer ölü mercan kalıntılarıyla dolu. Buradaki habitat o kadar zengin
ve güçlü ki, mercan mezarlığını andıran bu sahilin hemen ötesine, denize
girdiğinizde olağaüstü mercanları ve balıkları görebilmek için çok da
açılmanıza gerek yok. Bu kısa önizlemenin ardından otel arayışına geçiyoruz.
Buradaki fiyatlar Endonezya şartlarına göre oldukça pahalı. Küçük
kulubeciklerden oluşan butik oteller yer yer çok lüks de olabiliyor. Neyse ki
iç taraflarda Kuchi adında Ghandi’ye benzer bir amcanın işlettiği bir otelde
yer buluyoruz. Ödedğimiz miktar kişi başı 10 dolar. Kuchi mutfağını
kullanmamıza izin veriyor bir de hindistan cevizi ve kahve ikram ediyor. Bu
bütçemizi az da olsa rahatlatacak.
Sonraki tüm günü kiraladığımız snorkel ve paletle
denizde geçiriyoruz. Deniz altı gerçekten muhteşem. Su altı kameramızın
sınırlarını burada sonuna kadar zorluyoruz.
SULAWESİ / Rantapao
Son durağımız turistlerin nadiren uğradığı çok uç bir
yer. Gezi kitaplarının bile kısa bir cümleyle geçiştirdiği ama barındırdığı
farklı kültürle gelenleri pişman etmeyen Rantapao. Bu küçük şehir hristiyan Troja
insanlarının ana vatanı. Bölgeye gelmek olukça meşakkatli. Öncelikle Denpasar
aktarmalı Makassar şehrine uçuyoruz, oradan da 11 saatlik bir otobüs yolculuğu
bekliyor bizi. Kente geldiğimizde yağmur eşliğinde uzun bir otel arayışı
sonrası hemen program yapıyoruz. Bu bölgenin en dikkat çeken yönü bilim kurgu
filmlerini andıran geleneksel evleri ve “astomate” adı verilen cenaze
törenleri. Bu törende aileler ölüleri için cenaze töreninde kurban kesmek
zorunda ve bu ancak su bufalosu denilen bir hayvan olabiliyor. Asıl gelenekte
bu bufalo sayısı tam dokuz. Yöre insanı bunu karşılayabilmek için yıllarca para
biriktiriyor ve cesedi gömmek yerine bir çadırda bekletiyor. Yıllar geçtikçe
ekonomik sıkıntılardan dolayı bu tören ailelerin birleşerek organize ettiği ve
turist firmalarından komisyon alarak halka açık bir şekilde yapılan bir
gösteriye dönüşmüş. Çok şükür ki haftada bir defa olan bu gösteriye biz de denk
geldik.
İlk günkü şehir turu ardından kiraladığımız
motorsikletle kendimizi uçsuz bucaksız vadilere vuruyoruz. Cesetlerin açık bir
şekilde gömüldüğü bir mağara ziyareti ardından cenaze töreninin yapılacağı köye
varıyoruz. İnanılmaz bir kalabalık. Simsiyah giysiler içerisindeki bayanlar
ayrı bir çatı altında yemek yemekle ve misafirlere içecek dağıtmakla meşgul.
Bir kaç geleneksel evden oluşan köy meydanının ortasında ayakları bağlanmış
onlarca domuz, onların yanında su bufaloları. Yer çamur içerisinde. Balkonda
megafonla seslenen birisi töreni ve programı anlatmakta. Aniden, maviler
içerisindeki 20-30 kadar adam el-ele tutuşarak meydana geliyor, yakalarında
ölen kişilerin fotoğrafları. Kah dönerek kah durarak meditasyon benzeri sesler
çıkararak ölülerini anıyorlar.
Sonrasında geleneksel kıyafetlerle bayanlar
geliyor ellerinde bazı yiyecekler ve tütsülerle. Bir bağırış kopuyor ve hemen
oraya yöneliyoruz. Bir su bufalosu tek ayağı bağlı, ayakta kurban ediliyor. Hayatımda gördüğüm en
vahşi kurban kesme törenine şahit oluyorum. Zavallı hayvan yaralı bir şekilde
yarım saat kadar sonra ancak can verebiliyor.
Dinimizin bu konudaki
hassasiyetini düşünerek şükrediyoruz. Domuzların kesimi daha dokunaklı. Kurban
edilen domuzlar hemen oracıkta alev makineleriyle kesilmeden kızartılıyor.
Etrafta inanılmaz pis bir koku. Şaşkınlık ve hayretle otelimize dönüyoruz.
Sonraki gün de çevre köyleri ziyaret ederek buradaki işimizi bitiryoruz.
Aslında daha yazılacak o kadar çok şey var ki ama
yerimiz dar ne yazık ki. Hindistan’dan sonra beni en çok şaşırtan yer oldu
Endonezya. Bu ülkeyi gerçekten tanımak için en az iki aylık bir gezi şart.
Doğası, tarihi ve ilginç insanlarıyla bir ülkeyi daha geride bırakıyoruz. Bir dahaki
yazımızda görüşmek üzere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder